• TANIŞALIM
  • BLOG
    • SİNİRBİLİM
    • PSİKOLOJİ
      • ALIŞKANLIKLAR
      • POZİTİF PSİKOLOJİ
      • BİLİŞSEL YANLILIKLAR
      • ÖĞRENME
      • VERİMLİLİK
      • İLİŞKİLER
    • KÜLTÜR
    • HİKAYELER
  • YOUTUBE
  • Ece A. Ala

  • MAĞAZA
  • SSS
  • İLETİŞİM
0

Ece A. Ala

Pozitif Psikoloji, Psikoloji, Verimlilik
/
9 Mart 2019

YAPMA MODU x OLMA MODU

Bugün zihnimizin iki farklı modu üzerine konuşalım istiyorum: özellikle mindfulness (farkındalık) terminolojisinde sıkça karşımıza çıkan “yapma modu” ve “olma modu”.

🧠Yapma Modu:

Temel görevi “işleri halletmek”. Zihin bu modda olduğunda planlar yapar ve siz de gerçekleştirmek için işe koyulursunuz. Kahvaltıyı hazırlar, çocuklara ayakkabılarını giymelerini söyler, anahtarı alıp almadığınızı kontrol edersiniz. Arabada giderken kız kardeşinizi aramanız gerektiğini düşünür, elektrik faturasının son gününde olduğunuzu hatırlarsınız, ofise varır varmaz faturaları ödemeyi hafızanızın bir köşesine not edersiniz. İşte bütün bunlar olup biterken zihin yapma modundadır. Dolayısıyla, yapılacaklar listenizdeki maddeleri tamamlamak ve problemleri çözmek için zihnin yapma modunda olması iyidir.

Fakat yapma modu bazen haddini aşar ve kendisine ait olmayan işlere de burnunu sokmaya başlar. En büyük problemse, bunu çok sık yapması.

Siz koltuğunuzda otururken bile zihninizin geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncelerle dolup taşmasının, telefonda beklemeye alındığınızda kısacık bir mola verip gökyüzüne bakmak yerine yarınki toplantıyla ilgili kaygılı düşüncelere dalıp gitmenizin veya olumsuz duygulardan uzaklaşıp sizi daha iyi hissettiren duygulara koşmaya çalışmanızın sebebi tam da yapma modunun kendine ait olmayan bir işe burnunu sokmasının bir ürünü. Çünkü zihin bu moddayken durmaksızın “şu anda olan” ile “(kendince) olması gereken” arasındaki mesafeyi analiz edip sıfıra indirme çabasında. Fakat muhtemelen sizin de pek çok kez deneyimlediğiniz gibi, bu çaba genellikle nafile. Çünkü ne geçmişle ilgili rahatsızlığımız geçmişi değiştirebilir, ne de gelecekle ilgili kaygılarımız geleceği. Hayatsa, biz bu iki kutup arasında boğulup giderken, “şimdi”de akıp gider.

🧠Olma Modu:

Yapma modunun bir getirisi olan “otomatik pilot”tan (bu konudan başka bir paylaşımda bahsedeceğim) çıkıp “şimdi ve burada” ile bağlantı kurduğumuz mod.

Zihin bu moddayken, dikkat “şimdi” üzerinde kalır. Çünkü burada, “şu anda olan” ve “olması gereken” arasındaki mesafeyi ölçüp duran bir sistem mevcut değil. Olma modundayken, duyularınızın (görüntü, ses, koku, tat, dokunma) farkında olursunuz. Tıpkı bir önceki paylaşımda kaplanlardan kaçarken asma dalında asılı kalan adamın, koparıp ağzına attığı çileğin tadını çıkarması gibi.

Aynı zamanda düşünce ve duygulara yönelik bilinçli bir farkındalık da söz konusudur, ancak yapma modunda olduğu gibi onlara kapılıp gitmek yerine gözlemleyici konumunda kalırsınız. Bir şeyleri değiştirme arzusundan ziyade, her şeyi olduğu haliyle kabul edersiniz ve bir duygudan kaçmaya çalışmanın, sizi ironik bir şekilde o duyguya daha çok bağladığını bilirsiniz (bkz. Kutup Ayısı Etkisi).

“Bir şeyi kabul edene kadar değiştiremeyiz.”.

-Carl Jung

Literatürde daha ayrıntılı araştırma yapmak isteyenler; being mode, doing mode, discrepancy monitor anahtar kelimelerini kullanabilirler.

 

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR...

DİKKAT: YUKARIDAN AŞAĞIYA + AŞAĞIDAN YUKARIYA

28 Haziran 2019

NEDEN BİR KİŞİYE AŞIK OLURUZ DA HEMEN HEMEN AYNI ÖZELLİKLERE SAHİP BİR BAŞKASINA AŞIK OLMAYIZ?

13 Şubat 2019

ÇEKİRDEK DEĞERLERİMİ NASIL ÖĞRENİRİM?

20 Mayıs 2019

“GRIT” VE 2 ELEMENTİ

3 Aralık 2019

YORUMLARINIZI DUYMAYI ÇOK İSTERİM! Cevabı iptal et

ÖNCEKİ YAZI
HİKAYE: KAPLANLAR, ADAM VE ÇİLEK
SONRAKİ YAZI
“NAME IT TO TAME IT” – DR. DANIEL SIEGEL

INSTAGRAM

1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".   Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".   Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.   Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!   -
  Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken. 
Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.   Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı. [👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".
 
Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".
 
Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.
 
Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!
 
-
 
Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken.

Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.
 
Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı.

[👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
1,5 saat rötarlı kalkan Oslo-İstanbul uçağında yaşlı bir çiftin yanında oturuyor - daha doğrusu yorgunluktan koltuğa oturur oturmaz bayılmış, mışıl mışıl uyuyordum. Uykumun arasında, yanımdaki koltuktan yükselen panik dolu bir sesin, nerede olsam tanırım dediğim Norveç aksanlı bir İngilizce'yle kabin memuruna aktarma uçuşuna nasıl yetişebileceklerini sorduğunu duyunca gözlerimi araladım. Aldığı cevaptan tatmin olmamışçasına eşine dönerek kaygılı bir tonda "Yok, kesin kaçıracağız!" dediğinde uykulu gözlerimle gayriihtiyari lafa karıştım: "Hvor skal dere?" (Nereye gidiyorsunuz?). Tabii her 10 Norveçlinin 9'undan bekleneceği gibi "Alanya" cevabı geldi, şimdi artık gülümseyerek bana bakmakta olan iki çift mavi gözden. Bunu, "Sen de mi Alanya'ya gidiyorsun?" sorusu takip etti. "Ah", dedim, "Hayır, ben İzmir'e gidiyorum.".   Sanıyorum ki alışık olduğu "İssmiıyr" değil de "İzmir" telaffuzunu duymanın verdiği anlık heyecanla bu kez ön sırada oturan bir beyefendi hızla arkasını dönüp "Aa İzmirli misiniz?" diye sordu Türkçe. "Evet" dedim hiç düşünmeksizin, "İzmirliyim".   Sabiha Gökçen'deki İzmir uçuşuna kapıların kapanmasına saniyeler kala nefes nefese yetişip kendimi koltuğa yıpranmış bir çuval gibi bıraktığımda, "İzmirliyim" cevabımı düşünmek için yaklaşık 70 dakikam vardı.   Nasıl da bu kadar kolay çıkıvermişti, bir zamanlar benim için hangi tek kelimeyle cevaplamam gerektiğini bir türlü çözemediğim o meşhur stres kaynağı sorunun cevabı!   -
  Düşünüyordum, çantamdan çıkardığım tabletime rastgele palmiye ağaçları çizerken. 
Annem Adanalıydı benim, babamsa "Hanım köylüyüm ben." yorumuyla Adanalılığını ilan etmiş bir Kahramanmaraşlı.   Bana gelince... Hayata gözlerini İstanbul'da açmış, 6 yaşında annesiyle Adana Mavibulvar'da baş başa geçirdiği 1 seneyi saymazsak hayatının ilk 18 yılını İstanbul'da tamamlamış, üniversite tercihi zamanı gelip çattığındaysa kendisini içten içe hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissedemediği kalabalıklar şehri İstanbul'dan dolu dolu bir 5 sene yaşamak üzere İzmir'e atmış ve şimdilerdeyse Norveç'te 5. yılını doldurmak üzere olan bir... dünyalı. [👇 devamı yorumlarda, sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
2 ay önce
View on Instagram |
1/6
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli?

1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi]

2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi]

3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi]

Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları.

Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım:

1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals):

🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu
🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.”
🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik
🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci.

(👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz)

#başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
Eğitiminizde veya kariyerinizde belirlemiş olduğunuz öğrenme hedeflerinize ulaşabilmek sizin için neden önemli? 1. Bir konuda bilgi ve becerilerinizi geliştirerek “uzmanlaşabilmek” için mi? [Ustalaşma hedefi] 2. Başkalarından “daha başarılı olduğunuzu gösterebilmek” veya “kendinizi kanıtlayabilmek” için mi? [Performans-yaklaşma hedefi] 3. Yoksa başkalarına kıyasla “başarısız/yeteneksiz gözükmekten kaçınabilmek” için mi? [Performans-kaçınma hedefi] Gerçek şu ki, bu soruya yukarıdaki 3 seçenek arasından verdiğimiz baskın cevabın türü, hedeflerimize ulaşmak için attığımız (veya atamadığımız) tüm minik adımları yöneten içsel tavrımızı, motivasyonumuzu ve hem başarı hem de başarısızlık karşısında verdiğimiz tepkilerimizi önemli ölçüde etkiler, diyor Achievement Goal Orientation Theory (Başarı Hedef Yönelimi Teorisi) araştırmaları. Şimdi gelin yukarıda sıraladığım 3 cümlenin sırayla karşıladığı hedef yönelimlerine sahip kişileri biraz daha yakından tanıyalım: 1. Ustalaşma hedefleri (Mastery goals): 🌱 Onu motive eden şeyler: merak + bilgi ve becerilerini geliştirme arzusu 🌱 Mottosu: “Benim için başarılı olmak, öğrenmek ve gelişmektir. Hata yapmaksa, öğrenme ve gelişme sürecimin önemli ve etkili bir parçası. Hatalarımın, öz-değerimi etkilemeyeceğini bilirim. Kendimi geliştirebilmek adına bana bir şeyler öğretebilecek kadar zorlayıcı görevleri üstlenmeyi severim.” 🌱 Nelerle ilişkili?: daha yüksek içsel motivasyon, çaba, sebatkarlık ve ihtiyaç duyduğunda yardım talep etmeye isteklilik 🌱 Örnek: matematik dersinde, çaba gösterse de çözemediği trigonometri sorularını öğretmenine sorarak nerede hata yaptığını anlamaya ve konu hakkındaki bilgisini geliştirmeye çalışan bir öğrenci. (👇 Yazının devamını yorumlarda sıralı numaraları takip ederek okuyabilirsiniz) #başarıhedefteorisi #başarıhedefyönelimiteorisi
5 ay önce
View on Instagram |
2/6
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.”

Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi.

Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor.

Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum.

(👇 devam ediyor)
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
@cetincetintas “Hayvanlardan Destek Almanın Gizemli Sanatı” kitabında şöyle yazıyor Anka kuşu arketipi için: “Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman kendine bir yuva yapar ve içine kapanır. Yaptığı yuvanın içinde yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. / Dolayısıyla anka kuşu çok büyük bir gücün simgesidir. Fakat söz konusu bu güç, yıkılmış olandan açığa çıkan enerjinin eseridir. / Anka kuşunun acı getireceği her ne kadar büyük bir gerçekse de, bütüne baktığımızda sonunda derin bir ‘Oh!’ çektirecek faydalar yaratacağı da şüphesizdir.” Boşuna değildi, 2020 Aralık ayının ilk haftasından itibaren aylarca Kim’in “my phoenix” (anka kuşum) diyerek nazikçe yatırması başımı göğsüne, ben hıçkıra hıçkıra ağlarken kollarını bana sımsıkı sarmadan hemen önce. Boşuna değildi, 2021’in ilk yarısında kulaklıklarımda onca şarkının arasından dönüp dolaşıp (bence Eurovision tarihinin en güzel winner performanslarından da biri olan) Conchita Wurst-Rise Like a Phoenix çalması. Boşuna değildi yaşadıklarımın bir adı olduğunu öğrendiğimde (hello, tükenmişlik sendromu 🙋‍♀️) şarkının “Once I'm transformed / Once I'm reborn / You know I will rise like a phoenix / But you're my flame” nakaratının çok daha derin bir anlam kazanıp her dinleyişimde gözyaşlarımın tıpasını açıvermesi. Dr. Hope Ferdowsian “Phoenix Zones: Where Strength Is Born and Resilience Lives” isimli kitabında, anka kuşunun, kişisel ve kolektif anlatılarımızı yeniden yazabilmek, travmayı umuda dönüştürebilmek ve hem kendimizi hem çevremizi iyileştirebilmek adına ne denli güçlü bir metafor olduğundan bahsediyor. Bense birkaç gündür telefonumdaki son bir yıla ait fotoğraf ve videolara bakıyor, tutabildiğim kadarıyla brain-dump yaptığım defterlerimin sayfalarını karıştırıyor, komodinimin üzerinde duran ve Kim’le ortak doldurduğumuz avuç içi kadar şükran günlüğümüzden rastgele sayfalar açıp hafifçe gülümseyerek okuyor, kısacası bu bir yılda neler deneyimlemiş, nasıl ağlamış, öfkelenmiş, gülmüş, sevmiş, özlemiş, yorulmuş, dinlenmiş, kendimi nasıl iyileştirmiş (ve iyileştirmeye devam ediyor) ve kişisel anlatılarımı ne şekilde yeniden yazmış (ve yazmaya devam ediyor) olduğumu anlamlandırmaya çalışıyordum. (👇 devam ediyor)
6 ay önce
View on Instagram |
3/6
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum!

-

🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor!

🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil!

👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin.

🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin.

📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım.

“Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
🌟 İLGİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER, PROGRAM KONTENJANI 24 SAAT İÇİNDE DOLDU. Yetişememiş olup üzülenler olduğunu biliyorum, sizinle de bir sonraki programda buluşuruz - olmaz mı? ♥️ Herkese şimdiden çok güzel bir Aralık ayı diliyorum! - 🤩 Her sene yalnızca bir kez, yeni yılın habercisi Aralık ayında açılan “Yol-A Çık” programı, bu kez interaktif yapısıyla 2022 dönemi “yolcularıyla” buluşmayı bekliyor! 🥲 Bu haberi paylaşırken ne kadar heyecanla dolup taştığımı, kalbimin nasıl da son sürat attığını kelimelere dökebilmem, yok hayır, hiç mümkün değil! 👩🏽‍💻 Ayrıntılı bilgi için profilimdeki linke tıklayabilir ya da eceaybikeala.com > “Mağaza” > “Yol-A Çık: İnteraktif Dijital Mektup Programı”nı seçebilirsin. 🕺 Programa katılan ilk 10 kişiden biri olursan da hooop %20 indirimi kapabilirsin. 📩 Linki inceleyip program hakkında aklına takılan fakat açıklama kutusunda cevabını bulamadığın sorular için de selam@eceaybikeala.com adresine e-mail gönderirsen bu hafta boyunca dönüş yapıyor olacağım. “Yollarımızın kesişmesi dileğiyle…” diyor (pun intended 😁) ve heyecandan telefonu elimden düşürmeden önce postu paylaş butonuna basıyorum ♥️🥳
7 ay önce
View on Instagram |
4/6
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka.

👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim.

Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️

-

🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini.

🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan.

😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında.

Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp.
Yavaşlayan zaman algısı.
Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar.

[Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
📖 Dün gece Brene Brown'un "The Gifts of Imperfection" (Mükemmel Olmamanın Hediyeleri) isimli kitabını okumaya başladım. Bilmeyenler için, Brene Brown kariyerini cesaret, kırılganlık, utanç gibi duyguları çalışmaya adamış bir akademisyen - ki Netflix'teki "The Call to Courage" (Cesaret Çağrısı) isimli çok sevilen konuşmasından da hatırlayanlar olacaktır mutlaka. 👂 Kitabın nemli gözlerle bitirdiğim önsözü ve ilk bölümünün ardından Brown'un ikinci bölümde paylaştığı hikaye ve yorumları beni o denli etkiledi ki önce Kim'i yanıma oturtup ona okudum, aldığım "Çok, çok güzel. Keşke bu bilgilere herkesin erişimi olsa, okul panolarına, otobüs duraklarına asılsa." cevabının ardından da okuduklarımı çevirip özetleyerek sizinle paylaşmaya karar verdim. Dilerim okuyacaklarınız sizin zihninizi de en az bizimki kadar (şefkatle) açar ♥️ - 🙅🏻‍♂️ Brown, günlerden bir gün bir devlet okulu tarafından ebeveynlere bir konuşma yapması için davet ediliyor. Fakat konuşma esnasında, seyircilerin arasından kollarını kavuşturup dişlerini gıcırdatarak ve durmadan "üff! püff!" sesleri çıkararak onu dinlemek istemediğini açıkça belli eden bir ebeveynin (hiç huyu olmadığı halde) onayını ve takdirini kazanabilmek adına çabalamaya başlayınca, normal şartlarda asla yapmak istemeyeceği türden bir konuşma yaparken buluyor kendisini. 🗣 Daha yüksek sesle konuşmaya, korkutucu istatistikler paylaşmaya başlıyor ve kurduğu her cümleyle daha çok uzaklaştığını hissediyor kendi otantik üslubundan. 😫 Konuşma sonrasında salonu hızla terk ederken, tahmin edersiniz ki bahsi geçen ebeveynin ne onayını ne de takdirini kazanabilmiş durumda. Üstüne üstlük, senelerini utanç duygusunu çalışmakla geçirmiş bir bilim insanı olarak, bedeninin göndermekte olduğu o "utanç fırtınası" sinyallerinin de ne yazık ki oldukça farkında. Kuru bir ağız, sıcak bir yüz, çılgınca çarpan bir kalp. Yavaşlayan zaman algısı. Zihinde istemsizce, ağır çekimde tekrar tekrar oynatılan o malum anlar. [Yazının devamını yorumlarda numaraları takip ederek okuyabilirsiniz 👇]
10 ay önce
View on Instagram |
5/6
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir. 🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir. - ☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı. 🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi. 🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu. 👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti. - 📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar. [👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir.

🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir.

-

☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı.

🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi.

🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu.

👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti.

-

📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar.

[👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
eceaybikeala
eceaybikeala
•
Follow
🔬 Bu post, "Bir bilimsel makale tarafından nasıl influence edildim?"in hikayesidir. 🌿 Ek olarak yüksek doz yağmur sonrası çam kokusu, ev yapımı patates salatası yanında hüpletilen lezzetli vegan chorizolar, köpeklerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış kampçılara kedilerini göl kenarında yürüyüşe çıkarmış Ece & Kim şoku, Magrathea gezegenine doğru yol almakta olan galaktik otostopçular Arthur Dent ve Ford Prefect'in muhtemelen yaşamın kendisinden daha absürt olmayan maceralarını sesli okuyup kıkırdamaca, kahve kupası kılığına girmiş şarap kadehleri, çimlerde yuvarlanarak sarılmaca, Moonrise Kingdom lokasyonlu çadırda Bottle Rocket izleyip 1 metre öteden gelen dalga seslerini dinleyerek uyuyakalmaca, gece boyu bir çift yumuşak pati tarafından sırta yapılan masaj ve sabah şiş ama mutlu gözlerle üç saniyede hazırlanan Norveç kahvaltısı içerir. - ☕️ Kanepeye kıvrılıp elimde tabletim ve çayımla motivasyon literatürü okumaları yaptığım sıradan bir perşembe akşamıydı. 🐱 O sırada mutfak tezgahında sere serpe uzanmış, kısık gözlerle tüylerini yalamakla meşgul olan Askild'e kaydı bakışlarım. Göz göze geldik, durdu ve dilini dışarıda unuttu, hazırlıksız yakalandığı anlarda hep yaptığı gibi. 🐈 Üç gündür evde "maaağğğuuuuv" naraları atarak odadan odaya koşturup duruyor, ne kadar oyun oynarsak oynayalım her bulduğu fırsatta ellerimizi, ayaklarımızı ısırıyor, geceleri bağıra çağıra kapıları tırmalamak suretiyle uyutmuyor ve okşamalarımıza üç saniyeden fazla katlanamayarak çekip gidiyor, gittiği odadan da yüksek sesle kızmaya devam etmeyi ihmal etmiyordu. 👅 Ufak bir iç çekip okumaya devam etmek üzere başımı tabletime çevirirken o da homurdanarak tüylerini yalamaya kaldığı yerden devam etti. - 📑 "Can Nature Make Us More Caring? Effects of Immersion in Nature on Intrinsic Aspirations and Generosity" isimli, 2009 yılında yayınlanmış bir makaleydi okuduğum. Doğada vakit geçirmenin mutluluğumuza ve iyi oluşumuza (well-being) pozitif etkilerini hepimiz ezberledik artık, diyordu. Fakat bu kez, meseleyi biraz daha farklı bir noktadan incelemeyi amaçlamıştı araştırmacılar. [👇devamı yorumlarda, numaraları takip ederek okuyabilirsiniz]
11 ay önce
View on Instagram |
6/6

Copyright © 2022Site Powered by Pix & Hue.