
Bugün biraz kişisel bir şeyler paylaşmak istiyorum sizinle. Evet, ben de sonunda @brenebrown’un Netflix üzerinde son günlerde oldukça popüler olan The Call to Courage isimli konuşmasını izledim.
Ben de dahil olmak üzere izleyen hemen hemen herkesi derinden etkileyen, hem gözyaşlarına hem kahkahalara boğan bu muhteşem konuşmadan, kendimce en önemli çıkarımım,
“Kırılganlık, sonucunun ne olacağını kontrol edemediğiniz durumlarda kendinizi ortaya koyma cesaretidir. Ve kırılganlık; sevgi, aidiyet, mutluluk ve cesaretin kaynağıdır.”
cümlesi oldu.
Tam da bu cümleden ilham alarak, size kendi hikayemden küçük bir kesit sunmak istiyorum bugün, içinde bir tutam kırılganlık barındıran.
Yıl 2016, aylardan Ekim veya Kasım. Üniversiteden yeni mezun olmuş, DAAD bursuyla Berlin’de birkaç ay geçirmiş, ardından İzmir’e ailesinin yanına dönmüş, üniversitede öğrenci değişim programıyla bir dönem yaşadığı Hollanda’ya veya çok sevdiği şehir Berlin’e bu kez Sinirbilim yüksek lisansı yapmak üzere geri dönmek için yanıp tutuşan bir Ece.
Yaptığım onlarca yüksek lisans başvurusu arasına Norveç’i de sıkıştırmışım. Nisan 2017’de annemle market alışverişi yaparken Oslo Üniversitesi’nden kabul emaili alıyorum. Norveç nasıl bir yerdir? İnsanları nasıldır? Hava şartları nasıldır? Yaşam çok mu pahalıdır? Öğrenciler iş bulabilir mi? Kafamda deli sorular. Açıkçası tüm bunlar hakkında fazla bir şey de bilmiyorum. Ama içimden bir his, Hollanda’dan aldığım kabulleri bir kenara itmeye, Almanya’ya ise hiç başvurmamaya yöneltiyor beni.
Aynı dönem, duygusal olarak çok zorlayıcı bir süreç yaşıyorum. Çok sevdiğim teyzemin kanser olduğunu öğreniyoruz, içten içe yürümediğini bildiğim bir ilişkiyi sürdürüyorum, hiç bilmediğim, görmediğim bir ülkede tek başıma yaşamak, okumak ve kendi ayaklarım üzerinde durmak fikri heyecan verdiği kadar kaygılandırıyor da. İşte bu karmaşık duygularla, bu devasa bilinmezliğe atıyorum kendimi Ağustos 2017’de ve artık Oslo’dayım.
Aradan geçen iki yılda, yüzlerce makale okuyor, kelimenin tam anlamıyla ağlaya ağlaya kod yazmayı öğreniyor, teyzemi kaybediyor, iki tarafa da iyi gelmeyen bir ilişkiyi sonlandırıyor, iş buluyor, işten çıkarılıyor, gerçek aşkı tadıyor, kalbimi sonuna kadar açıyor, aileme duyduğum özlemin ne denli can acıtıcı olabileceğini deneyimliyor, arkadaşlarımdan kopuyor, yeni arkadaşlar ediniyor, hayatı boyunca karda plastik poşetlerle bile kaymamış ve dengede duramama hissinden müthiş korkan biri olarak düşe kalka, morluklarla geçen bir sürecin sonunda cross-country kaymayı öğreniyor, harika bir tez hocası ediniyor, müthiş keyif aldığım yeni bir iş buluyor, bana kollarını sevgiyle açan, her adımımda beni destekleyen, anadillerimizin bir olmadığı ikinci bir aile ediniyor, yazıyor, çiziyor, üretiyor, aidiyet, mutluluk ve cesareti tadıyorum.
Bugün parmaklarım klavyemin tuşlarında gezinirken bir kez daha fark ediyorum, hayatta olan bitenler üzerinde her zaman kontrol sahibi olamayız. Her değişkeni kontrol edemeyiz. Bazen yapabileceğimiz en güzel şey, onca bilinmezlik karşısında risk alıp, önümüzde akıp giden hayat nehrinin sularına bırakmaktır kendimizi. Can yeleği aramadan, suyun akış hızını hesaplamaya çalışmadan. Çünkü en nihayetinde, su akıyor, yolunu buluyor.
