
Birkaç yıl önce bir TEDx konuşmasından öğrenip çok sevdiğim bir Fransızca kelime “flânerie”. Anlamı ortada bir amaç olmadan yürümek. İçinde bulunduğun şehirde arabanla veya toplu taşıma araçlarıyla değil de, bacaklarını kullanarak gezmek. Bir yere yetişme telaşı, amacı, gerginliği olmadan. Gezerken dikkatini tümüyle çevrene vermek. Çevredeki güzellikleri (ya da çirkinlikleri) açık bir zihinle izlemek.
Sokağın köşesinde ilginç gözüken bir şeyler mi gördün? Haydi bir bak bakalım neymiş. Belki o şey seni bir başka sokağa yönlendirir, daha önce görmediğin, deneyimlemediğin. İşte flanerie kelimesinin özünde bilinmeyenin büyüsüne kapılmak ve bu keşif sürecinde kullanmayı belki de çoğu zaman unuttuğumuz sevgili bacaklarımızla işbirliği yapmak var.
Yürürken, şehrin ritmini en iyi şekilde hissedebildiğimizi düşünüyorum. Örneğin, 18 yaşına kadar İstanbul’da yaşayıp üniversite nedeniyle İzmir’e taşındığımda kendi yürüyüş hızımın İzmirlilerin yürüyüş hızından belirgin bir şekilde yüksek olduğunu farketmem çok uzun sürmedi. İstanbul’un hızı, bacaklarımın hızını belirlemişti. Sonra İzmirlileri izledim. Yavaşladım. Kordon’un bir ucundan diğerine yürürken daha sakin yürürsem daha çok keyif alacağımı, kenarda saklı kalmış gölge bir ağaç altını görme ve şöyle bir oturup soluklanma ihtimalimin artacağını öğrendim.
Oslo’da en çok da turistlerin hızlı yürüme ihtiyacı olduğunu farkettim. Şehrin ritmine uymak değil de, en çok müzeyi en kısa zamanda nasıl gezerimin peşindeydi bacakları. Eh böyle olunca şehri keşfetmek için yürümek de söz konusu olmuyordu, hele ki 21. yüzyılda artık çok daha hızlı toplu taşıma araçlarımız varken her bir köşede.

Bana gelince, içimdeki o hissi hiç atamadım: Otobüslerin, metroların camından izlerken yolları, evleri, insanları, pencereden gizlice evin içine bakan bir yabancı gibiydim. Ne zaman ki dışarıya adımımı atıyordum, kaldırımların, yağmurla yumuşamış toprağın üzerinde yürümeye başlıyordum, o zaman bir parçası oluyordum şehrin. Yerlisi. O zaman öğreniyordum sakin, gizli, çirkin, muhteşem köşelerini içinde yaşadığım şehrin. Araçların içerisinde gidip gelirken asla göremeyeceğim. O zaman ait hissediyordum işte. Tıpkı evin içindeki rutubetleri de odalara serpiştirilmiş çiçekleri de bilen evin sakini gibi.
Doğa yürüyüşleri üzerine bazı paylaşımlar yaptım burada. Her defasında da Türkiye’de bunun için yeterli alan olmadığından şikayet eden mesajlar aldım. Peki, diyelim kolayca ulaşabileceğiniz bir yeşil alan yok bulunduğunuz şehirde. Öyleyse spor ayakkabılarınızı geçirip şehrinizi sokak sokak gezmekten, her bir köşesini tanımaktan, kendi benliğinizin bir parçası yapmaktan sizi alıkoyan ne? Çevrede hiç yeşil alan olmadığı için yürüyemiyorum demek, koşmak en sağlıklısıymış öyleyse koşamazsam hiç yürümeyeyim demeye benziyor bana kalırsa.

Fırsatlar çoğu zaman gözlerimizin önünde. Yeter ki bakmayı, kullanmayı bilelim. Bir de bacaklarımızı çalıştırmayı unutmayalım. Rebecca Solnit’in Wanderlust isimli kitabında dediği gibi,
“Yürümek; çalışmak, boş boş durmak, yapmak ve olmak arasında hassas bir denge kuran yegane yetimiz.”.
Hep koşmaya övgüler diziyoruz ya, bugün de yürümeyi pratik etsek diyorum. Ne dersiniz?
Hilal
Bende bir alıntı paylaşmak istedim
”Ellerimiz ceplerimizde,dümdüz ilerliyoruz
Yok bir hazırlığımız,sırtımızda yükümüz,herhangi bir lafımız.”
Selen Pehlivanoglu
Bu yazı beni çocukluğuma götürdü. Amaçsızca yavaş her yeri keşfetmek arzusu ve içindekileri anlama isteği ile yürümek. Şimdi yeni yılla bir kaç gün. Kala bu yazı ile unuttuğum çocukluk yaşantımdaki yürüme alışkanlığım yeni yaşımda daha uzun yeniden adıma atmaya niyet ediyorum