
Cuma sabahı Kim’le beraber Hella Plajı‘na gidip akşam üzeri geri dönmek üzere bir bisiklet turu yapmaya karar veriyoruz. İkinci el bisikletlerimiz kapının önünde bizi bekliyor, mataralarımız, mayolarımız ve atıştırmalıklarımız da sırt çantalarımızda. Hava pırıl pırıl, güneş tepede. Anlayacağınız, tablo müthiş. Müthiş, DE… Bisiklet sürmeyi taa 21 yaşında, Hollanda’ya değişim öğrencisi olarak gittiğinde öğrenmiş bir Ece de mevcut aynı tablonun içinde. Bisiklet sürmeyi öğrenmek dediysem de, Hollanda’nın o sıfır engebeli bisiklet yollarında eviyle okulu arasında gidip gelmeyi başaracak, bunu yaparken de devrilip düşmeyecek kadar bir beceriye sahip bu Ece, öyle söyleyeyim. Yanından geçen arabalar ve karşısına çıkıveren inişlerse, bildiniz, hala birer stres faktörü.
Yolculuk gayet rahat başlıyor aslında. Bisikletliler için ayrılmış yollarda sakince pedallıyor, kah kuş cıvıltılarına veriyoruz tüm dikkatimizi, kah yoldan geçen her beşinci arabanın rengini tahmin etme iddiasına giriyoruz.
Yaklaşık 15 dakikayı geride bırakmışken, bu noktadan sonra bambaşka bir deneyimin beni beklediğini anlıyorum. Kazı çalışmaları gırla gidiyor, bisiklet yolları hak getire, üstelik bir noktada kocaman bir ormanın içinden geçmemiz gerekiyor, evet bildiniz, sık sık yokuş aşağı pedallayarak.
Arabaların kıyısından, devrilmeden ve kazaya yol açmadan tıngır mıngır gitmeyi bir şekilde kotarıyorum kotarmasına da, karşıma çıkan ilk inişte kalbim ağzımın içinde atmaya başlıyor, saniyeler sonra arkamda derin tekerlek izleri bırakarak ani bir fren yapıyor, kendimi bisikletten zor atıyorum aşağıya. “N’oldu?” diyor Kim şaşkınlıkla, “Kontrol edebilirim sanmıştım ama panikledim yokuş aşağı inerken.” diyorum.
Ufak bir mola veriyoruz. Bu sırada, hangi frenin hangi tekerleği kontrol ettiğini yanlış hatırladığımı öğreniyorum. Tamam, bu bilgiyi atıyorum cebe. “Devam edebilir misin?” diyor Kim, “Yani, korkuyorum tabii ama plaja ulaşma isteğim ağır basıyor. Bİ’ DENEYELİM BAKALIM NE OLACAK.” diyorum.
Bir sonraki inişte bu kez de hızımı bir türlü kontrol edemediğim için panikleyip atıyorum kendimi aşağıya.
“Hadi,” diyor Kim, “Yakında asfalt bir iniş var. Oraya gidelim, biraz dene kendi hızını bulmayı ve kontrol etmeyi. Fakat sana önerim, paniklediğin anda kendini aşağı atma. Hızını azaltmayı dene istersen, ama ne olursa olsun yolda kalmaya çalış.”. Ulaştığımız noktada nispeten dik ve upuzun bir iniş uzanıyor karşımda. Haydaa, bunu beklemiyordum işte. “Korkuyorum. Gerçekten korkuyorum.” diyorum Kim’e, “Daha önce hiç bu kadar uzun bir yokuşta bisiklet sürmedim. Ama merak da ediyorum. Bİ’ DENEYELİM BAKALIM NE OLACAK.”. Derin bir nefes eşliğinde çıkıyorum bisikletime.
Müthiş temkinliyim. Yokuş aşağı tıngır mıngır inme rekoru kırıyor olabilirim. Bisikletin azıcık hızlanmasına katiyen izin vermiyorum.
Bir süre sonra “Keyifli aslında, belki biraz hızlanabilirim. Bİ’ DENEYELİM BAKALIM NE OLACAK.” diye düşünüyorum ve birazcık gevşetiyorum o sıkı sıkıya yapıştığım frenleri.
Tam “Haha, baya keyifli ya!” diye düşünürken gereğinden fazla hızlanmaya başladığımı fark ediyorum. “HAYIR OLAMAZ, N’APTIN ECE?!” diye tıslıyor iç sesim.
Tıslayan iç sesimi fark ediyorum.
Cevap veriyorum ona, “Hızını biraz azaltabilirsin, biliyorsun. Bir an önce tamamlamak zorunda değilsin hiçbir şeyi. Kendine kanıtlamak zorunda değilsin ne kadar hızlı gidebileceğini. Ne kadar ‘becerikli’ olduğunu. Korkman doğal. Bu yepyeni bir deneyim ne de olsa. Ama korktuğunda atmak zorunda değilsin kendini aşağıya. Sadece yolda kal. Önemli olan tek şey bu.” Biraz yavaşlıyorum. İyi geliyor yavaşlamak kalp atışlarıma.
Karşıdan bir araba geliyor, arkasından bir tane daha.
Yokuş, yokuş aşağı inmek, bisiklet, araba, arabalar.
O güne dek bir araya gelmesinden korktuğum her şey, bir senaryoda toplanmış sanki.
“Eh,” diyorum, “Olur bazen öyle Ece. Hayatta da böyle değil midir zaten, bazen korktuğun her şey toplanır gelir, sığar birkaç güne. Ama şunca yıllık hayatında öğrendiğin bir şey varsa, o da hepsinin geliiiip geçtiği. Arabaların önce yaklaşıp sonra uzaklaşmaları, yokuşların bir noktada düzlüğe çıkması, saf karanlığın günün ilk ışıklarına evrilmesi gibi.”
Kim yanımdan hızla geçip giderken “Süper gidiyorsun, aşağıda buluşalım.” diyor. Bense, ona yetişmeye çalışmadan, telaşla “Dur beni bekle!” demeden, beni iyi hissettirdiğini ve keyif verdiğini keşfettiğim o yavaş hızda devam ediyorum inişe.
Çünkü yol benim yolum, hız benim hızım.
Çünkü yavaş gitmek, geride kalmakla eş değer değil. Yavaş gitmek, gitmenin, ilerlemenin bir türü yalnızca. İlerlemekse yaşadığımı hissettiriyor.
Çünkü denemek, başarmaktan daha keyifli. Denemek; başarmanın veya başaramamanın, kazanmanın veya kaybetmenin o ağır yükünü kucaklayıp alıyor omuzlarımdan. Çünkü her denemede, bir parça daha öğreniyor, bir parça daha tanışıyorum kendimle. Bir parça daha anlıyorum bir sonraki denemede neyi değiştirebileceğimi. Bir parça daha anlıyorum bir sonraki sefer biraz daha az zorlanacağımı.
Çünkü korktuğum her şeye şöyle bir bakıp “Bİ’ DENEYELİM BAKALIM NE OLACAK.” dediğimde Harry Potter dünyasında, karşısındaki kişinin en büyük korkusunu somutlaştıran Boggart’ı komik duruma düşürüp tüm ürkütücülüğünü kaybettiren Riddikulus büyüsünü kullanmış gibi hissediyorum. Bu düşüncenin kendisi bile komik geliyor. Gülümsüyorum 🌸
Hella Plajı’ndan birkaç kare: