
Bu hafta Çarşamba’dan Cuma’ya uzanan süreçte yarı zamanlı iş başvuruları yaptığımdan ve başvuracağım işi seçerken en önemli kriterlerimden birinin, beni İngilizce konuşma konfor alanımdan çıkarıp Norveççe konuşmaya zorlayacak ortamı sunması olduğundan bahsetmiştim.
Bahsetmediğim şeyse, ilk mülakatımdan önceki gece hissettiğim o keskin kaygı hissi. “Tamam belli oranda Norveççe anlayıp konuşabiliyorsun ama işte, İngilizce’de olduğu kadar akıcı değilsin. Bu işi de İngilizce konuşarak alabilmen mümkün değil. Gelişmek istiyorsun tamam da, ya hazır değilsen buna? Ya güzel bir şansı mahvedersen? Ya çok üzücü bir deneyim olursa bu?” düşünceleri bir sel gibi dökülüp dolduruyor zihnimin lavabosunu.
Öyle bir his ki bu, içimden ağlamak geliyor. Boğazımda bir ağrı. Saniyeler içinde gözlerim doluyor.
Çıpa atmam gerek şu ana, aklımdan geçen tek şey bu. Bildiğim en etkili yöntemse nefes. Nefes alırken, burnumun ucunda yarattığı o belli belirsiz titreşime dikkat ediyorum. Biliyorum, anda kalabilirsem güvendeyim. Nefes verirken lavabonun tıkacını çekip kaldırdığımı hayal ediyorum. Tekrar, nefes al. Nefes ver. Tıkacı kaldır yeniden, biraz daha aksın düşünceler giderin derinliklerine doğru.
Uyuyakalıyorum.
Sabah 06:30. Alarmla birlikte uyanıyorum.
İçimde çöreklenmiş o kaygı hissi tüm yakıcılığıyla hala orada.
Adeta acı çekiyorum, daha hiçbir şey yaşamamışken. Acıyı yaşayabilecek olma düşüncesinin acısını çekiyorum.
Ne yalan söyleyeyim, biraz sinirime dokunuyor. “Tamam beyin, teşekkürler. Bi’ müsaade edersen iki çift lafım var. Kızım sen değil misin hayatı boyunca girdiği mülakatların %90’ı İngilizce olan? Seneler önce çok mu mükemmeldi İngilizcen? Değildi, ama denedin masanın altında ellerin, dizlerin titreye titreye. Bak tüm bu deneyimler seni nereye getirdi. Yine öyle olacak. Yine kendine %100 güvenmeden, atılacaksın elindeki fırsata. Korku (ve kardeşi kaygı) arkada bas bas bağırsa, ağlasa da sen arabanı sürmeye devam edeceksin.”. Oh be.
Biraz fazla mı sert oldu acaba?
“Aklına gelen her düşünce gerçeği yansıtmıyor Ececim. Çok kötü olacağını, seni çok üzeceğini, kahredeceğini düşündüğün bir şey hiç de öyle bir etki yaratmayabilir gerçekten yaşadığında, sen de biliyorsun. Üstelik mülakatlar harika geçmese bile, sana nelerin üzerine çalışıp geliştirebileceğini gösteren değerli bir deneyim olacak bu.”. Biraz iyi geliyor içsel ses tonumu düşürmek.
Hazırlanıp çıkıyorum evden.
Yol boyu cümlelerimin içine sinsice gizlenmiş bilişsel çarpıtmalarımı yakalıyorum, balık tutar gibi. “Ahha! Yakaladım!” derken bir yenisi geliyor.
Çıpa atmam gerek şu ana. Nefes al. Nefes ver. Çevrene bak. Bak da gör, şu anda burada güvendesin. Var mı etrafında can güvenliğini tehdit eden bir şey? Yok. Şimdi nefes ver bakalım.
Altı mülakata girip çıkıyorum. Dördünden ne kadar temiz Norveççe konuştuğuma dair iltifatlar alıyorum. “En az B2 seviyesinde Norveççe konuşabildiğine dair bir belge istiyoruz genelde başvuru yapanlardan. Ama senin vermene gerek yok, duyabiliyorum dildeki seviyeni.” diyor son mülakatımda kurumun yöneticisi.
Eve dönüş yolunda farkına varıyorum. Dün gece yastığa başımı koyarken, sabah kahvaltı edip, giyinip hazırlanırken çektiğim acının binde birini yaşamadım mülakatlar esnasında.
Bir zamanlar bir yerlerden duyduğum bir cümle geliyor aklıma, “Worrying means you suffer twice.” (Kaygı duymak, iki kez acı çekmek demektir.). “Çok doğru!” diyorum.
15 saat öncesinden başlayarak deneyimin muhtemelen pek de gerçekçi olmayan farklı simülasyonlarını yaratıp kendime acı çektirmenin bana getirisi ne olabilir?
En iyi ihtimalde, gerçek hayatta her şey çok yolunda gitse dahi, deneyim öncesindeki 15 saatimi o yakıcı acı hissiyle doldurmak.
En kötü ihtimaldeyse, deneyim öncesi 15 saat + deneyimin anı + belki bir parça da sonrasında yaşamak bu hissi.
Oysa başka bir yol mümkün.
Kötü bir deneyim yaşayacaksam da, bunu 15 saat sonra deneyimin vakti ve sırası geldiğinde yaşayabilirim.
15 saatimi şimdi ve buradanın huzurlu kollarında geçirmeyi seçerek 🌸