
Elizabeth Gilbert’ın Big Magic adlı kitabının son bölümünde paylaştığı bir hikaye beni çok etkiledi. Yine hikayenin sonuna kendi hayatımdan bir parça ekleyerek paylaşmak istiyorum sizinle.
Gilbert hikayenin başkahramanını “Küçük Kardeş” olarak tanımlıyor. Kahramanımız, gerçek hayatta bu hikayeyi Gilbert’la paylaşan kişinin küçük kardeşi olduğu için.
Küçük Kardeş, ressam olmak isteyen bir genç. Tüm parasını biriktirip, kendisini güzelliklerle ve ilhamla çevreleyebilmek adına Fransa’ya taşınıyor. Çok az para harcıyor, her gün resim yapıp bulabildiği tüm müzeleri geziyor, yeni tanıştığı herkesle cesurca sohbet etmeye çalışıyor. Günün birinde Küçük Kardeş tesadüf eseri bir kafede bir grup genç insanla tanışıyor. Meğer bu genç insanlar, bir tür “havalı aristokratlar” grubuna dahil. Grup yeni tanıştıkları Küçük Kardeş’ten hoşlanıyor ve Loire Valley’de bir şatoda gerçekleşecek olan bir partiye davet ediyorlar onu. Partinin ne kadar muhteşem olacağını anlata anlata bitiremeyip, aralarında Avrupalı kraliyet ailelerinden gelen davetlilerin de olduğu pek çok zengin ve ünlü ismin partiye katılacağını söylüyorlar. Ve altını çiziyorlar, bu bir kostümlü balo. Giyin, süslen ve katıl aramıza!
Küçük Kardeş çok heyecanlanıyor. Tüm haftasonu partide giyeceği kostüm üzerine çalışıyor. Paris’i sokak sokak dolaşıp, kostümü için gerekli materyalleri topluyor. Hiçbir cesur detayı es geçmiyor kostümünü planlarken. Ardından bir araba kiralıyor ve partinin gerçekleşeceği şatoya doğru üç saat sürecek bir yolculuğa çıkıyor. Yolculuk sona erdiğinde arabada kostümünü giyip şatonun basamaklarını tırmanıyor. Kahyaya ismini verip gülümseyerek içeri giriyor. Giriyor da, salona adımını atar atmaz yaptığı hatanın farkına varıyor: Evet, bu gerçekten de bir kostümlü balo. Fakat “ufak” bir detayı çeviri esnasında atlamış. Bu kostümlü balonun teması “ortaçağ mahkemesi”! Ve Küçük Kardeş, bildiniz, bir ıstakoz kostümü taşıyor.
Avrupa’nın zengin ve ünlü isimleri, altın yaldızlı elbiseleri, aile yadigarı değerli mücevherleri ve tüm zarafetleriyle salınırken salonda, Küçük Kardeş tek parçalık kırmızı streç mayosu, kırmızı taytı, kırmızı bale pabuçları, köpükten yapılmış devasa kırmızı kıskaçları ve kırmızıya boyanmış yüzüyle salona girdiği saniyelerde nefesini tutup hızla düşünüyor. Bir yanı hemen o anda kaçıp terketmesini isterken burayı, diğer yanı “Ama bu kadar yol geldin.” diyor, “Bu kadar emek harcadın bu kostüm için.”. Küçük Kardeş iki metrelik boyunu daha da uzun gösteren kostümünün o sallanan antenleriyle bunları düşünüyor işte ve kararını veriyor. Salonu dolduran aristokratların arasından geçip dans pistine ağır ağır ilerlerken, orkestra susuyor, tüm konuşmalar bıçak gibi kesiliyor. Tüm bakışlar üzerinde. En sonunda kalabalıktan biri dayanamayıp soruyor: “Allah aşkına, kimsin sen, ne kostümü bu?”. Küçük Kardeş eğilerek selam veriyor ve gülümseyerek cevaplıyor: “Ben mahkeme ıstakozuyum.” (“I am the court lobster”)
Kahkahalar dolduruyor salonu. Bayılıyorlar bu ıstakoza! Onun tatlılığına, tuhaflığına, devasa kırmızı kıskaçlarına, parlak kırmızı taytına bayılıyorlar. Partinin eğlencesi oluyor bir anda Küçük Kardeş. Muhteşem bir gece geçirdiği partiyi, Belçika kraliçesiyle dans ederek tamamlıyor.
Sonradan soranlara, yalnızca bir sanatçı olmasının böyle bir durumda ona bu denli absürt ve kırılgan olabilme cesaretini verdiğini söylüyor Küçük Kardeş ve ekliyor:
“Bir şekilde, hayat bana her ne ürettiysem, ne kadar tuhaf olursa olsun onu ortaya koymam gerektiğini öğretti.”
Bu hikaye benim kalbimin çok derinlerinde bir yerlere dokundu.
Meğer çok iyi bilmeden atıldığım her işte (ki sayıları çok fazla), burada sizinle paylaştığım her kişisel hikayede, girdiğim her mülakatta, tanımadığım kişilere yazmam gereken her emailde, sosyal ortamlarda yeni tanıştığım kişilere kendimi her tanıtışımda, “Kabul et bazen gerçekten cıvıtıyorsun.”, “Daha kısa yazsan?”, “Daha anlaşılır yazsan?”, “Çok gıcıksın” ve minvalinde gelen mesajları her okuyuşumda kendimi tam da ortaçağ mahkemesi temalı kostümlü baloya kıpkırmızı ıstakoz kostümüyle giriş yapan Küçük Kardeş gibi hissediyormuşum.
Öyle kırılgan, öyle absürt, öyle kabul edilmeme korkusuyla birlikte başını dik tutmaya çalışan.
Kendimi ortaya koymam gereken her durumda kırmızıya boyanmış yüzüm ve köpükten yapılma devasa kıskaçlarımla dans pistinin ortasında duruyormuşum işte meğer. Kafası karışmış, bazen bir, bazen iki-üç, bazen onlarca, bazen yüzlerce çift göz bana bakıp anlamlandırmaya, neden onlar gibi giyinmediğimi çözmeye çalışırken. Utanıp sıkıldığımı belli etmemeye çalışarak taşımaya çalışıyormuşum kendi ellerimle yaptığım o kıpkırmızı kostümü. “Ben mahkeme ıstakozuyum.” diyebilme cesaretiniyse, ne yazık ki gösterememişim. Ciddiye almışım, mahkeme istiyorsa çıkarmalıyım emek emek diktiğim, boyadığım kostümümü sanmışım. Oylamaya bile sunmuşum: Daha kısa yazmamı ister misiniz? İsteyenler 1’e, istemeyenler 2’ye bassın.
Hayatım bir kitap, her günüm o kitabın bir bölümü olsa, 9293. bölümün başlığı “Mahkeme ıstakozu olmaya karar verdiğim gün.” olsun isterdim.
Şimdi artık utana sıkıla değil, gururla taşımaya çalışıyorum kendi ellerimle emek emek yapıp üzerime geçirdiğim güzelim kostümümü. Çünkü sahip olduğum tek şey o. Elimdeki malzemelerle, sahip olduğum becerilerimle, sahip olduğum zamanla üretebildiğim tek şey o. Çünkü onu gerçekten seviyorum. Belki kimse davet etmemişti beni partiye ama yine de çıkıp gelme cesaretini gösterdim. Önemli olan da bu değil mi? Kim bilir, belki içinizden birileri de hoşlanmaz, hatta gıcık olur bu mahkeme ıstakozuna, yaka paça salonun dışına atmak ister. Varsın olsun. Kırmızı taytlı, kırmızı bale pabuçlu bu ıstakoza kanı ısınıp birlikte dans etmek isteyenlerle devam ederiz kendi partimize. Zaten hep öyle olmaz mı?
Not: Bugünün illüstrasyonu Kim’den geliyor. Dün gece yazının hikayesini anlattığımda salonda oturup bu çizimi yaptı. Anısı burada da kalsın istedim.
Hepimizin içimizdeki mahkeme ıstakozuyla barıştığı günlere, çünkü hiçbirimiz bunca yolu kostümümüzden utanıp partiyi terk edelim veya bizim olmayan bir başka kostümü üzerimize geçirelim diye gelmedik 💜
Bu gönderiyi Instagram’da gör