
“Oyunum olmadan, yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki, bedenime taşlar vuruyormuş gibi hissediyordum.
Fırtınaya yakalanmış küçük bir ağaçtım.”
Bu cümleler Beatrice Alemagna’nın Hiçbir Şey Yapmama Günü isimli çocuk kitabından.

Dün kitabın sayfalarını karıştırırken bu cümlelere rastladığımda bir yumrunun kıpırdandığını hissettim içimde. Üzerine biraz konuşmak istiyorum.
Her ne kadar bu günlerde üretmeye, çalışmaya, sevdiğim işleri yapmaya devam etsem de alışık olduğum rutinlerim tepetaklak oldu bu dönemde. İnkar edemem. Ha, yepyeni rutinler de edindim tabii, edinmez miyim: Güne Twitter’da son gelişmeleri okuyarak başlamak, gün boyu asılsız haberleri doğru haberlerden ayırmaya çalışmak, ailemi günbegün sağlık durumumdan haberdar etmek. Sosyal medyada alışık olduğumdan ÇOK daha fazla zaman geçirmek. Öyle ki, Rescue Time uygulamasının söylediğine göre bilgisayarımda ve telefonumda geçirdiğim toplam zamanın %41’i bütün bu saydığım aktivitelere ayrılmış bu hafta.
Evet, panik modunda değilim. Yalnızca önlemlerimi alıp evimde karantinaya devam ediyorum. Kendim için endişelenmiyorum, sevdiklerimin aldığı tüm önlemleri bildiğim için onlar adına da endişelenmiyorum. Ama… Toplumlarda oluşan korku krizi endişelendiriyor beni, çaresiz durumda olan insanlar, belki evi olmayan, belki evinde güvende hissetmeyen, belki ülkesinde güvende hissetmeyen, belki işe gidemezse ayın sonunu getiremeyecek, kirasını ödeyemeyecek, mutfak alışverişi yapamayacak olan. Sık sık aklıma bunlar geliyor. Ülkelerin almakta çok geç kaldığı önlemler, zor durumda kalabilecek vatandaşlarını korumak adına ayırmadığı maddi kaynaklar endişelendiriyor.
Fark ediyorum. Gündelik hayatımın alışık olduğum oyunları —sabah buz gibi havada güneş doğmadan evden çıkıp otobüs beklerken ısınabilmek için durakta yerimde zıplayışlarım, anaokulunda “Eçççeee” diye pofidik tulumlarıyla koşup kucağıma atlayan çocuklarım, markete giderken dinlediğim müzikler, ya da sabah kalkıp bir bardak kahve eşliğinde başına oturduğum tezim, tek derdimin istatistik raporlamak, tez hocamla buluşmak, lab’a gitmek için Oslo’ya gidecek treni yakalamaktan, kütüphane kartımı evde unutmaktan ibaret olduğu o gündelik oyunları hayatımın— olmadan yapacak bir şeyim kalmamış gibi sanki gerçekten de.
Fark ediyorum. Ben bir küçük ağaçmışım ve yağmur yağmaya başlamış tam tepemde, yağmur damlalarıyla birlikte belki koca koca taşlar değil ama ufak çakıl taşları çarpıp duruyormuş sürekli yüzüme, gözlerime.
Oyunumu oynayamıyormuşum ya, hemen yerini dolduracak bir şeyler bulmalıymışım. Bulmuşum da. Hep buluruz zaten. Endişeyle karışık sıkıntı hissi ne zaman gelse içimizde bir boşluk oluştuğunu, elimize ne geçirebildiysek onlarla doldurmaya çalıştığımızı hayal ederim o boşluğu. Ama ne hikmetse, biz içini doldurmaya çalıştıkça büyüyüp devleşir o da.

Bir kürek dolusu toprağı, çamuru, dalı, çiçeği, solucanı içimdeki o boşluğa atmaya çalışırken yakaladım kendimi Beatrice Alemagna’nın bu satırlarını okurken. Cuma gününden bu yana içinde olduğum bu döngüyü, döngüyü sürdürdükçe içimde büyüyen o boşluğu, o boşlukla kalabilmeyi pratik etmekten hala kaçtığımı. Oysa biliyorum, bilmez miyim, o boşluk da benim bir parçam. O da kıymetli, bana öğretecekleri de. Yalnızca susup onunla diz dize oturabilmeyi başarabilirsem. “Buradasın, görüyorum.” diyebilirsem.
Şimdi sevgili okur, benim için gün, işaret parmağım ve baş parmağımın uçlarını birbirine değdirmek suretiyle oluşturduğum yuvarlaktan kendi işaret parmağını geçirmesini isteme günü boşluğumdan. İtalyanların “dolce far niente”si (“hiçbir şey yapmıyor olmanın tatlığı”) de barışma hediyemiz olur artık.
“Yalnızca mutfakta oturduk, birbirimize baktık ve sıcak çikolatalarımızın kokusunu içimize çektik. Hepsi bu. Yaptığımız tek şey buydu, bu büyülü hiçbir şey yapmama gününde.”
cümleleriyle sona eriyor Hiçbir Şey Yapmama Günü kitabı.
İşte, ben ve boşluğum için tam da böyle bir gün hayal ediyorum bugün. Telefonların, tabletlerin ve hatta bilgisayarın ortadan kalktığı, bilgi akışının kesildiği, baş başa, sapsade bir randevuya çıktığımızı. Sonrasında kalem-kağıt kullanarak bir şeyler yazdığım, yatağa uzanıp tavana bakarak güzel hayaller kurduğum, yağlı boya yapıp ellerimi kirlettiğim, uzun bir meditasyon yapıp zihnimdeki yağmurların sakinleştiğini imgelediğim bir gün.
Katılmak isteyen olursa beklerim.
Bugün itibariyle bilgi ve içerik tüketimime de önemli bir sınır koyuyorum, kendi iyiliğim için. HER ŞEYİ bilmeme de gerek var mı? Bence artık yok. Bence kendimi bu çakıl taşı yağmurundan korumak artık birincil görevim.
Çok sevgiler, kendinize iyi davranın ❤️